L’Etranger (Yabancı) – Albert CAMUS
Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz (burada Kafka etkisinden söz edilebilir). Camus’nün yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’ Kitapta, Meursault'un topluma, kendine, ölümü bile kabul edebilecek kadar hayata , kısacası tüm varoluşa yabancılaşması yalın bir dille anlatılır.
Romanın Savunduğu
Tez ve Ana Fikir
Kişi
yaşadığı dünyaya ve eylemlerine yabancılaşmıştır. Bu 'yabancı'laşmanın, Camus
için Marksist bir yabancılaşma öğretisi ile bir ilişkisi olmadığını vurgulamak
gerekiyor. Buradaki yabancılaşma Camus’nün ünlü ‘absürt’ (saçma) felsefi
kategorisinden çıkar. Yine kahramanına söylettiği ‘herkes bilir ki, hayat
yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 ya da 70 yaşında ölmenin
önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak
başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir
(...) İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nezaman olacağının önemi yoktur’
sözleri, çağdaş nihilizmin "saçma" kavramı altında irdelenmesidir.
Bu saçma (absürt)
kavramı o dönem varoluşçularının birinci derecede önemli bir tezi. Daha sonra
Sartre, Marksizmle Varoluşçuluğu buluşturma çabasıyla, "saçma"yı
daha anlamlı bir biçimde, eylemsel zorunluluğun altını çizmek adına kullanmaya
çalıştı. Ama Camus’nün saçması daima metafizik öğeler taşıdı ve Nihilizmin
yerine ahlakî bir eylemlilikten söz etti.
Özetle
söylenmesi gerekirse, dünya boş ve manasız, her şey, insan, hayat, toplum
saçmadır. Evrensel bir saçmalıktır bu. Bunu düşünmek çok yorucu, hayattan
bezdiricidir. Yaşamın tekdüzeliği altında, makineleşmiş bir dünyada
makineleşmiş insan, ölümü bile rahatlıkla kabul eder. Hayat yaşamaya değmez.
Yabancı’yı okurken, bütün olağan dışılığına rağmen öykünün doğallığı,
kahramanın ölümü kabullenişindeki doğallık bizi rahatsız eder, dünyanın
saçmalığı vurgusunu kuvvetlendirir. Mersault’un yaşama sıkıntısına paralel bir
sıkıntı okuyucuda da uyanır. Bütün kişilerin yaşamları ve eylemleri de boş ve anlamsız
gelir size.
Romancının
kahramanı ile paylaştığı şey, bilhassa duyu organlarından aldığı zevktir. “Onun
zihnini baştan başa işgal eden şey tabiat ile denizin oynaşmasıdır. İnsan
oynaşmanın tadını Kuzey Afrika’da, plajlarda benzerlerinin yanık vücutları
arasında çıkarır ve hiçbir şey yüzmenin cilvelerinden çıkan zevkin derecesinden
daha iyisini vermez. Denize dalmak, tabiatla düğün dernek etmektir. Suya girme,
soğuk ve donuk bir aldatıcılığın yükselişi duygusuna kapılmadır. Sonra
kulakların uğultusu ile dalış, akan burun ve acık ağız-yüzme, suyun parlattığı
kolların, güneşte yaldızlanması için denizden çıkışı ve bütün adalelerin bir
bükülmesiyle düşüşü, vücudumun üzerinde suyun akışı, bacaklarımla bu su
dalgacıklarını yakalayış...” ifadelerinde olduğu gibi.
Yorumlar
Yorum Gönder