..Ve Arap tanrısı insanı yaratır.

Arap tanrısı allah, ilk insan Adem’i topraktan bir heykeltraş gibi yaratıp sonrasında da bir üfürükçü gibi ufurerek canlandirdiginda eseriyle pek bir gurur duymuş, bu eseri için müthiş planlar yapmıştır. Ona tüm kelimeleri öğretip (Kuran’in yalancisiyim) daha önce nur ismini verdiği bir maddeden (nurun varlığını bilim kabul etmez ama müslümanlar canı gönülden inanırlar) yarattığı “Melek” isimli yaratıklara “itaat edin” emrini vermiş, tüm melekler Adem isimli canlı heykelin önünde secdeye varmışlardır. Bu meleklerden bir tanesi olan, ama melek tanımına ters bir şekilde “nar” isimli dumansız bir ateşten yaratılan Seytansa bu emre karşı gelmiş, “o kim ki ben secde edeyim” diyerek isyan edenlerden olmuştur. “İsyan edenlerden olmuş” ifadesi pek tabii benim pek kullanacağım bir ifade değil, bizzat Kuran’in yazarı Arap tanrısı allah’in kendi ifadesidir. Nurdan degil nardan yapilmasina ragmen Seytan’in da Melek statusunde anlatilmasi ise bir baska celiskidir ama neyse… Dumansız ateş gibi saçma bir kavram da yine bilimde kabul görmeyen, ama dinde pek inanılan bir kavramdır. Neticesinde bu canlı heykelin varlığı, ondan belli ki çok daha üstün ve güçlü olan bir varlığı, Şeytan’i, konumundan etmiş, işinden ve yaşadığı evinden kovulmuştur. Ama meleklerin yaptigi gibi patronuna biat etmeyen ve gururuyla herseyinden olan Şeytan, patronu allah’la sıkı bir iddiaya tutuşmuş, henüz üremesi ve cogalmasi gündemde olmayan ve Cennet isimli mekanda tek olan bu zavalli canlı heykelin soyunu saptiracagi taahhutunde bulunmuş, allah’i da ikilemde bırakmıştır. İkilemde kalan allah bu iddiadan kaçamaz ve iddiayı kabul etmek durumunda kalır. Hemen ise girişen ve Adem’e bir dişi heykel yapıp ufurerek kâinatın ilk çöpçatanı unvanını kendine kazandıracak eylemine girişerek Havva’yi, yani ilk kadını yaratır. Yani aslinda biz insanlik, soyumuzu Seytan’la allah’in iddiasina borcluyuz desek yalan olmaz. smile ifade simgesi allah, Havva’yi Adem’e anlatirken ne gibi ifadeler kullanmıştır pek tabii bilemeyiz. Ama içinizde daha önce çöpçatanlık yapaniniz varsa uc asagi bes yukari tahmin edebiliriz ki aralarinda şöyle bir diyalog geçmiş olabilir:
Adem: Havva ha? Güzel mi? Benden hoşlanır mi acaba? Ben onu beğenir miyim?
Allah: Hiç fena sayılmaz. Vücuduyla gayet barışık oldugunu soyleyebilirim. Tıpkı senin gibi çıplak gezmeyi seviyor. Henüz ilişki konularında da senin gibi pek tecrübesiz. Yalnız biraz ikna kabiliyeti kuvvetlidir, fazla gazına gelmemeye dikkat et.
Adem: O zaman bir tanışalım bakalım…
Nitekim, göbek deliği olmayan (eh, gobek deliginin fonksiyonu anne karninda bebegi beslemek olunca bu iki orta yaşlıda olmasi beklenmemeli), ama hayat tecrübesi hiç olmayan çift tanışırlar. Aralarında nasıl bir yakınlaşma olur bilinmez, ama birbirlerinden başka şansı olmayan bu iki insan gayet güzel bir birliktelik yaşamışlardır. Herşey yolundadır, yalnız bir sorun vardır. Bir meyve ağacı vardır ki, bu meyveden yemeleri yasaktır bu çiftin. O ağaç ne ağacıdır, hangi mevsimlerde meyve verir, bu ağaç tek midir, neden diğer tüm ağaçlar gibi çoğalmaz, yesil midir, yesilse neden yesildir, fotosentez yapar mi, yaparsa Cennet’te de gunes var midir, hepsinin otesinde bu meyveler bu iki garibana neden yasaklanmistir bilinmez. Ama yasak yasaktır diyelim, gecelim… Tıpkı günümüz kadınları gibi manipülatif gücü yüksek (kadinlar alinmayin, bu bir iltifattir) ama kandirilmasi pek de zor olmayan bu kadına Şeytan yanasacak, başından sonuna saçma bir konsept olan yasak meyveden yemesi için ikna edecektir. Kadin da erkegi ikna etmekte hic zorlanmayacaktir. Her an gozlem altinda olan bu iki insanin bu hareketi pek tabii gozlerden kacmaz ve vakit ceza vaktidir. Hani yasakladigimiz bir şeyi yapan çocuğumuza kaşlarımizi catarak “seni cezalandırırım” der gibi bakariz ya, biz insanlar… Iste Allah boyle yapmamistir bu durum karşısında. Belki de ilk hatalarini yapan bu iki tecrübesiz insancıkları hemen, hem de mümkün olan en gaddar, en acımasız şekilde cezalandırmış, asabi karakteri konusunda da bize ilk ipuçlarını vermiştir Arap tanrısı. Bu iki zavallıyı Cennet’ten kovmuş, dünya ismini verdiği bambaşka bir mekana postalamistir. Günümüzde biz insanlar dahi birbirimize en azindan ikinci bir şansı verirken böyle bir gaddarlığı “affı büyük”, “merhametli” gibi sıfatlar atadigimiz bir yaraticinin yapması aslında epey şaşırtıcıdır. Hatta daha da öte, hayal kırıklığı ve muz kabudugur bu durum. Gunumuzde Muslumanlar, sayisiz gunahlar isleyip affedileceklerini umarak dualar ederken, daha yaratilan ilk insanlarin, hem de ilk hatalarinda boylesine siddetli bir sekilde cezalandirilmalarini hic kaale almazlar. Bu durum acikcasi bana, yatirim araci olarak milli piyango bileti alan insanlari hatirlatir. smile ifade simgesi Bu iki zavallı, dünyada, hem de birbirlerinden pek farklı yerlerde konumlanmış, ama tıpkı Leyla ve Mecnun gibi uzun vadede birbirlerini bulmus ve birlikteliklerine devam etmislerdir. Hayat tecrübesi sıfır olan bu iki insanın çocuklarından da pek sağlıklı davranmaları tabii ki beklenemez. Nihayetinde çocukları da (pek tabii caresizlikten) ensest ilişki kurbanları olacak, ve Müslüman inancına göre biz insanların da ataları olacaklardır.
Bu absürd hikayede atlanan bir nokta vardır ki, onu su ana kadar hiçbir Müslüman’dan sağlıklı bir açıklamayla açıklandığını duymadım. E peki ırklar nasıl oluşmuştur? Evrime de karşısınız, ırkları aciklayiverin dediğimde derin bir sessizliğe gomuluruz. “Allah bilir” her zaman geçerli bir cevap olsa da, arap tanrısını kabe putu olarak gören benim gibi ateistlerse pek tatminsiz kalırız bu açıklamadan…
Gelin inceleyelim bilim nasıl açıklar ten rengi farklılıklarını…
Homo cinsi (genus) Afrika’da oluştuğunda ten renkleri aslında siyahtı. Yani biz beyaz ırk, evrimlesmis ve ten renginin açılması sonucu oluşmuş bir irkiz ve atalarımız, tıpkı Nijerya’daki uzak kuzenlerimiz gibi siyah tenlilerdir. İlk homolarda derideki melanin, Afrika’nin ekvator bölgesindeki yüksek ultraviyole ışınlara bir koruma aracı olarak davranmaktaydi. Büyük göçle birlikte insanoğlu Afrika’dan dünyaya dağılacak, dünyanın her köşesine ulasacakti. Tropik güneş ışığından uzaklaştıkça, güneşe karşı bir koruma avantajı sağlayan koyu ten, avantajını yitirecek, devreye başka bir faktör girecekti: D vitamini… Çoğu vitamini yenilen gıdalardan alabilen insan, D vitaminini sadece ve sadece güneşe ekspoze olarak (maruz kalarak) uretebilmekteydi. Afrika’da bundan yana bir sorun yokken, kutuba yaklaştıkça yeterli miktarda güneş görme ihtimali azalacak, D vitamini eksikliği için bir savunma mekanizması gerekecekti. Derideki melanin (pigment olarak görev yapar) miktarını azaltmak, kutuba yakın yaşayan insanlar için bir avantaja dönüşecek, ve hepimizin su anda görebildiği ırklar az çok ortaya çıkacaktı. Kutuplara yaklaştıkça insanlar daha açık tenli olacak ve hatta sarisinlasacak, ekvatora yaklaştıkça da ten renkleri koyulasacakti. Evrimsel süreçte bu durumun açıklaması şöyleydi: Koyu ten, ekvator bölgesinde açık tene karşı avantaj sağlar ve doğal secilimde öne çıkar. Güneşe ekspoze olan bölgelerde, koyu tenli insanlar güneş yanığı, deri kanseri, folik asit fotolizi, ter bezlerinin hasar görmesi açısından daha avantajlilardir ve soylarınin devami daha olasidir. Güneşin az görüldüğü bolgelerdeyse aksine, açık tenli insanlar, tenlerinin sağladığı avantajla daha çok D vitamini üretebilir ve “rickets” gibi hastalıklara karşı daha dirençli olurlar. Netice itibariyle de soylarına bu sayede bir avantaj sağlarlar.
Bu, hani tabiri caizse “bir taraftan sallanmış” bir teori değil, bilimsel bir gerçektir. D vitaminin fotosentezi 750 milyon yıl öncesine dayanır. 350 milyon yıl önce omurgalılar okyanuslardan karaya geçtiklerinde, kalsiyum yönünden zengin okyanusları bırakacak, ama kemiklerindeki kalsiyum ihtiyacını temin etme yöntemi olarak da basitçe Vitamin D’yi araç edineceklerdir. 1923’te Harry Steenbock, ultraviyle ışınlarının, gıdalardaki D vitamini içeriğini arttırdığını ispatlar. Yine 1923’te Alfred Fabian Hess, “ışık eşittir D vitamini” teoremiyle kimya dalında nobel ödülünü kazanir. Güneş ışığına fazla ekspoze olamayan insanlar, D vitamini ihtiyaçlarını, yapay yöntemlerle gıdalara (ekmek, süt, margarin veya D vitamini içeren balık, yumurta ve et gibi) eklenmiş D vitaminleriyle temin ederler. Vitamin D eksikliği, rickets, yani kemiklerin yumusamasi hastalığına yol açar ve vücutta deformasyonlara yol açar. Yakın bir tarihte, İngiltere’nin pek güneş görmeyen kuzey bölgelerinde, özellikle fakir ailelerin çocuklarında çok sık rastlanan bir hastalık olan rickets, gıda üreticilerinin özellikle ekmeklere D vitamini eklemeleriyle önlenmiştir. Yalnız çok ilginç bir veri var ki değinmeden geçemeyeceğim. İngiltere’nin özellikle Pakistan ve Hindistan gibi ülkerden aldığı göç sonunda sadece bu ailelerin çocuklarında “rickets” hastalığına sıkça rastlanmaya başlanmıştı. Nihayetinde ortaya çıkan sonuç gösteriyordu ki, bu aileler Hindistan’dan ithal edilen D vitaminsiz ekmeklerle besleniyorlar ve D vitaminini de güneşten temin edemedikleri için bu ırk arasında rickets hastalıgi yaygınlaşiyordu. Hala Hindistanlı çocuklar koyu tenli, İngiliz çocukları açık tenli. Ama D vitaminli gıdalarla bu hastalığın önüne geçilmiş durumda.

Yorumlar

Popüler Yayınlar

DEMLEN RAKI

GİZEMLİ KELİME.!!

OĞUZLAR..BOZOKLAR..ÜÇOKLAR..OĞUZ YABGULUĞU.

Oruc Nedir ve kökeni nereden gelir...Turan Dursun

SINAV SORUSU..

Saint Benoit tarihi

Amerikan Siyasi Partileri

Paradigma nedir?

İslamiyetten önce Arap yarımadası..!!!‏