Türk tarihinde bir otorite tipi-KAĞAN
Devlet ve teşkilât fikrine erken çağlarda ulaşmış bulunan Türkler, geniş
Orta Asya topraklarına ve topluluklarına hükmeden büyük devletler kurdukları
gibi, Orta Asya’nın dışına da göç ederek gittikleri yerlerde yerli halklara
hükmedip yeni siyasi teşekküller meydana getirmişlerdir. İlgili coğrafyalarda
hâkimiyetin sağlanmasında güçlü bir yapıya sahip bulunan Türk devlet geleneği
ve teşkilatı önemli birer unsurdur. Bozkırda, aileden başlayıp devam eden
siyasal örgütlenmenin en üst yapı taşını devlet mekanizması oluştururken söz
konusu mekanizmanın işleyişinde yani devletin idaresinde ise karşımıza bir
otorite tipi olarak Kağan çıkmaktadır. O halde bozkır Türk kavimlerinin egemen
unsur olmalarında devleti idare eden Kağanın siyasi otoritesinin kaynağının ve liderlik
yeteneklerinin bilinmesi de elzemdir.
İşte bu çalışma, Türk tarihinde devletin lideri mevkiindeki Kağanı
tipolojik bağlamıyla incelemeyi hedeflemektedir. Konunun zaman açısından
sınırlarını İslam öncesi dönem oluşturmaktadır. Bu problematik mesele Kağanın
otoritesinin kaynağı, yönetim erkinin meşruiyet salikleri, seçimi, özellikleri,
vazifeleri gibi cihetlerden ele alınacaktır. Ancak konumuz bakımından kavramsal
bir çerçeve çizmek adına öncelikle iktidar, otorite gibi terimlerin izahı
gerekli görülmektedir.
Bu
minvalde iktidar kavramı lügatte “bir işi yapabilme gücünü (erk)” ifade
etmektedir. Siyasi anlamda ise; “devlet
yönetimini elinde bulundurma ve devlet gücünü kullanma yetkisi, bu yetkiyi
elinde bulunduran kişi ve kuruluşlar” demektir. Geniş anlamıyla iktidar,
kendi iradesini egemen kılabilme, başkalarının davranışlarını denetleyebilme,
bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya zorlayabilme gücü olarak tanımlanabilir.
Kısaca iktidar başkalarını yönetme gücüdür.
Siyasi
açıdan asıl önem taşıyan iktidar türü, siyasal iktidar dır. Siyasal iktidar,
toplumun sadece bir kesimi üzerinde değil, tümü üzerinde geçerli olması yönüyle
en genel, yetki alanının genişliği ve toplumu ilgilendiren tüm ortak konulara
kadar uzanması nedeniyle en kapsamlı, toplum içinde geçerli olan tüm diğer
iktidarlara da etki etme, sınırlar koyma ve denetleme imkânlarına sahip
bulunması cihetiyle de en üstün iktidardır. Nihayet, siyasal iktidar,
kararlarını yürütebilmek için, gerektiğinde zor kullanma yetkisine meşru olarak
sahip bulunan tek iktidar türüdür. Toplumda söz konusu olabilecek diğer
iktidarlar, ancak siyasal iktidarın kendilerine tanıdığı sınırlar içinde
yaptırım uygulayabilirler.
Otorite
ise meşru iktidar demektir.Bir toplumun sosyal ve kültürel yapısına uygun bir
şekilde ortaya çıkan kurumsallaşmış güç kullanımı olan otorite, üstün emretme,
yaptırma, yasak etme hakkını ve gücünü ifade eder. Hakimiyet gücünü elinde
tutan siyasi otorite yasanın, dinin, kamu vicdanının doğru gördüğü bir yönetim
hakkına sahiptir ki buna meşru iktidar denir. Meşruiyet, siyasî iktidarın
varlık sebebinin yönetilenler için makul bir anlama kavuşturulması, halkın
rızasına ve onayına dayandırılmasıdır. İktidarın yasa, emir ve tasarruflarının toplumca
kabul edilmesi ve uyulmasının tek dayanağı meşruiyettir. Bu yüzden siyaset,
devlet, iktidar ve egemenliğin söz konusu olduğu her alan meşruiyet alanıdır.
Siyasi
otoriteyi meşruluk temeline göre, sosyo-politik bir sınıflandırmaya tabi tutan
Max Weber (1864-1920) meşruluk sözünü, sosyal gerçeklikte var olan ve otorite
için otorite altında bulunanlar tarafından beslenen gerçek bir inancın
karşılığı olarak ele almaktadır. O, meşru otoritenin kaynağı bakımından ortak
vasıfta üç tip tespit etmiştir: Geleneksel Otorite, Kanuni (Yasal) Otorite ve
Karizmatik Otorite.
Geleneksel
otorite eskiden beri yaşayan geleneklerin ve bu geleneklere uygun olarak
otoriteyi elinde bulunduranların meşruluğunun, kutsal olduğu inancına dayanır.
Kimin hükümdar olacağını eskiden süregelmekte olan uzun bir geleneğe dayanan
kural ve nizamlar (örf ve adetler) belirler. Böyle bir sistemde kanunlara
değil, geleneklerin tayin ettiği yöneticilere itaat edilir. Eğer emir verme
gücünün geçerliliği, akılcı kurallardan oluşan ve herkes için bağlayıcı olan
normlara dayanıyorsa, bu takdirde kanuni otorite söz konusudur. Böylece itaat
edilen güç, kişiler değil fakat doğrudan doğruya hukuk düzenidir. Yasal
egemenlik akli olarak konulmuş olan yasaların doğruluğuna ve bu yasalara göre
seçilmiş bulunan önderlerin meşruluğuna olan inanca dayanır. Weber, karizmatik
otoriteyi ise bir kişinin kutsallığına ya da kahramanlık gücüne veya örnek
alınacak niteliklerine ve bu kişi tarafından oluşturulan düzene diğer kişilerin
(halkın) tam bir teslimiyet içinde bağlanmaları sonucu ortaya çıkan otorite
tipi olarak tanımlamıştır. Karizmatik otoritede Tanrı vergisi olağanüstü
nitelikleri, kahramanlığı ya da örnek kişiliği gibi nedenler ile diğer
bireylerden ayrılan karizmatik önderin buyruklarına uyulur. Yönetilenler
önderin otoritesini tanrı vergisi doğaüstü niteliklere sahip olduğuna
inandıkları için kabul etmişlerdir. Karizma tabiri, eski Yunancada Tanrı
Vergisi anlamına gelen Charisma kavramından alınmıştır. Max Weber’e göre,
karizma kişisel olma niteliğini yitirip bir Aile Karizması ve Kurumsal Karizma
haline de gelebilmektedir. Aile karizması, karizmanın liderin soyundan
gelenlere geçmesi; kurumsal karizma da karizmatik yeteneklerin kişiden
soyutlanarak, belli bir makamın objektif niteliği haline dönüşmesidir.
Türk
idare anlayışında bir siyasi otorite tipi olarak Kağan, yönetme yetkisi demek
olan Kut’u Gök’ten yani Tengri’den alıyordu.Bu anlamda Türk siyasi iktidar fikri
kaynağı bakımından karizmatik bir kutsiyet taşıyor ve kanuni bir meşruiyet
anlayışından kaynaklanıyordu. Türk düşüncesindeki bu karizmatik meşruluk
anlayışı hanedan görüş açısından bir aile karizması olarak belirip, devlet veya
otorite ile ilgili bir takım hukuki sembol ve törenlerde de görüldüğü üzere
kurumsal karizma şeklinde gelişmiştir. Türk siyasi otorite anlayışının kanuni
yönü ise, daha ziyade iktidarın niteliği ile ilgilidir.
1. Türklerde Kağan
Türk
devletinde hükümdarlar çeşitli unvanlar taşımışlardır: Tanhu veya şan-yü ( 5.
yy ortalarına kadar), Kağan (khagan), kan (han), yabgu, idi- kut, ilig, beg
(beg, bey), il-teber, erkin ve hakan sonraları sultan gibi unvanlar bunlardan
bazılarıdır. Bu unvanlar arasında Türk tarihinde en yaygın olarak Kağan kullanılmaktadır.
Unvan Çin kaynaklarında K’e-han şeklinde geçmektedir. İmparator karşılığı olarak kullanılan
Kağan’ın ilk kullanılış şekli kan ve han şeklindedir. Lakin belgelerden
anlaşılmakta ve genellikle kabul edilmektedir ki hakan, imparator veya kayser
makamında olup, kral manasını ifade ettiği sezilen han (kan) tabirinden daha
üstündür. Nitekim Kaşgarlı Mahmud eserinde Afrasyab oğullarına Han denir,
Afrasyab ise Hakan’dır diyerek bu farkı belirtmiş durumdadır. Son tahlilde
Türklerdeki Kağan (Kağan) unvanı, Asya Hunlarındaki Şanyü (Ch’an-yü), Çindeki
Huang-ti, Arapçadaki Sultan, Romalılardaki Caesar ve Basileus unvanlarının
karşılığıdır. Bu durumda Kağan’ Batı literatüründe imparator demek olan büyük
hükümdar anlamına gelmektedir.
Türklerde
devlet başkanlığı devlet teşkilatının adeta mihrakı idi. Kağan’sız devlet
düşünülemezdi; hakan devletin varlık cevheri sayılırdı. Şaman dualarında yurdun
hakansız kalması kıyamet alameti kabul edilirdi. Tonyukuk Abidesi’nde bu
durum için şöyle denmektedir: “Bilge-Tonyukuk, ben özüm Çin ’de doğdum. Türk
milleti (o zamanlar) Çin ’e bağlı idi. Türk milleti bir Hana sahip olmayınca
Çin ’den ayrıldı ve (başka bir) Han buldu. (ondan sonra) Han’ını bırakıp
yeniden Çin ’e bağlandı. Bunun üzerine Tanrı şöyle demiş: – (Ben sana bir) han
verdim. (sen ise) Han ’ını koyup (Çin’e) bağlandın. (Türk milleti Çin’e)
bağlandı diye, Tanrı (onları) öldürmüş. Türk milleti (böylece) öldü, dağıldı ve
yok oldu.” Hakansız devlet olamayacağını düşünen sadece Tonyukuk gibi
devlet adamları değildir. Elli yıl Çin imparatorlarına hizmet eden Türk halkı
(kara bodun) da şöyle sızlanıyordu: “Ben devleti olan (illi) bir millet idim;
şimdi devletim nerede ve kim için kazanayım? Ben kağanı olan bir millet idim;
şimdi kağanım hani.”
Abidelere
göre dünya gök ve yer biçiminde iki kat olarak tasavvur edilmekteydi. Ancak
ikisi arasında insan (kişioğlu) ve onun üzerinde de Kağan vardı. Türkler yeri,
göğü yaratan tek bir Ulu Varlık’a Tengri’ye inanmışlardır. Her ne kadar göğe
yani semaya da Tanrı (Tengri) demişlerse de göğün kendisi Tanrı değildir. Belki
Tanrı’yı gök yönünde hayal ettikleri için böyle ifade edilmiş olmalıdır. Önce
gök, sonra yer, daha sonra da kişioğlu yaratılmıştı. Türk kağanı, insanları
idare etmek için sonradan Tanrı tarafından insanoğlunun üzerine tahta
oturtuldu. Yani yukarıdan aşağıya sıralama şöyle idi: en yukarıda gök, onun
altında kağan, kağanın altında insanoğlu ve insanoğlunun altında da yer
bulunurdu. Bu durum kitabelere Bilge Kağan’ın ağzından şöyle yansımıştır.
“Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış.
İnsanoğlu üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş.” Türklerde kut
bağışı ve karizmatik olan hükümdarlık Oğuz Han soyuna A-shih-na ailesine
aittir. Bu Tanrı takdiridir. Bu soydan gelmedikleri için çok kıymetli beyler,
örneğin cihan imparatorluğu kuran Timur bile han unvanını alamamıştır.
Tanrı
tarafından bu göreve tayin olunduğu kabul edilen Türk Kağanı, bütün yeryüzünün,
yani insanlığın hükümdarıdır. Türk soyundan gelmesi gereken Kağanın ayrıca
bilge ve alp olması gerekiyordu. Kağan olacak kişi aynı zamanda erdemli
olmalıydı. Kağanlığın bir başka şartı ise küçlü (güç) ve külüg sahibi (ünlü)
bulunmaktır. Bunların yanı sıra Kağanın kut, yarlık ve ülüg gibi Tanrı
tarafından verilen özelliklere de sahip olması gerekmektedir. İşte bütün bu
sebeplerle Bilge Kağan hükümdar oluşunu şöyle anlatıyordu: “Tanrı yarlık
verdiği için özüm tahta oturdum! Dünyanın dört köşesinden milletleri,
düzenledim…” Bilge Kağan tahta çıkışı gibi
sonraki icraatını da Tanrının bu yasamasına bağlamaktadır: “Ondan sonra Tanrı
yarlık verdiği için, kutum ve kısmetim var olduğu için ölecek milleti diriltip,
eğittim (besledim).
Çıplak
milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım, az milleti çok kıldım. ” Yine
Kül-Tigin Yazıtı’nda yer alan “Tanrı yarlık verdiği için, özümün kutu var
olduğu için kağan oldum ” sözleri de aynı mahiyettedir. İlteriş
Kağan da devletsiz ve kağansız bir milleti Tanrı yarlık verdiği için derleyip,
toplamıştır: “Tanrı izin verdiği için illiyi ilsizleştirmiş, kağanlıyı
kağansızlaştırmış, düşmanı tabi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş
eğdirmiş. ..” Esasında Tanrı ülüg ve yarlık verdiği gibi, bir de küç (güç)
vermeli idi. Kitabelerde özellikle kağanın ve Türk milletinin başarılarında güç
unsuru da önemli yer tutuyordu: “Tanrı güç verdiği için, babam kağanın ordusu
kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş.” “Tanrı güçverdiği için orada
mızrakladım, perişan ettim.” Tabi ki bunlar Kağanın yaradılışıyla
ilgilidir.
İyi
huylarla donatılan Kağanlar milletine ve ülkesine faydalı idiler. Fakat iyi
huylarla yaratılmamış olan Kağanlar milletini ve ülkesini felakete
sürüklemekteydi.
Hükümdarlar
seçimle başa geçmektedirler. Ancak hükümdar olarak seçilebilmek için her şeyden
önce yukarıda belirttiğimiz gibi adayın hükümdar soyundan olması gerekmektedir.
Bu noktada genellikle vefat eden Han’ın yaşça büyük oğlu, o yoksa veya reşit
değilse, yaşça en büyük kardeşi, o da yoksa amcası veya amcasının oğlu
seçilirdi. Lakin hükümdarın sülalesine mensup olmak yeterli değildir. Seçimin
geçerli olabilmesi için halkın da katıldığı büyük bir merasim ve büyük
beylerden meydana gelen kurultayın tasdik ve kabulü gerekmektedir. Bu anlamda
Kağan olabilmek için gereken sıra bozulabilmektedir. Yine Kağanlık mevkiinde
başarılı olamayan, halkın refahını temin edemeyen, töreye aykırı hareket eden
ve savaşın kaybına sebep olan Kağan azledilebilmekte veya öldürülebilmektedir.
Yönetim
açısından Türk sistemi ve despotizm ile yönetilen diğer cemiyetler arasında
önemli farklar söz konusudur. Zira Türk anlayışında diğerlerinde olduğu gibi
milletin vazifesi hükümdara bakmak değil, bilakis Kağanın vazifesi halkına
hizmet etmektir.
1. Halkı
eğitmek,
2. Devleti,
Milleti ve Töreyi düzene koymak,
3. Devleti
ve milleti derleyip toplamak,
4. Halkı ve
nüfusu çoğaltmak,
5. Açı
doyurmak, çıplağı giydirmek,
6. At ve
elbise vermek,
7. Millete
altın, gümüş ve değerli şeyler kazandırmak,
8. Devlet ve
millet için kazanmak,
9. Kondurmak
yani halkı iskân etmek,
10. Asayiş ve
güvenliği sağlamak,
11. Tutmak
yani devleti ve milleti idare yeteneği,
12. İşi-gücü
vermek.
Yusuf Has
Hacib de hükümdarın halka, halkın da hükümdara karşı vazifelerinin bulunduğunu
belirtir. Ancak hükümdarın tebaasından vazifelerini yerine getirmelerini
beklemesi için, evvela kendisinin tebaasına karşı olan sorumluluklarını yerine
getirmesi gerekmektedir.
Bir Türk hükümdarının başarılı addedilmesi ve iktidarda kalabilmesi, söz
konusu vazifeleri yerine getirmesi ile mümkün olmaktadır. Bu vazifelerin yerine
getirilip getirilmediği ise halk tarafından kontrol edilmektedir. Halk, bir
taraftan hükümdarı sorumluluklarını yerine getirme doğrultusunda zorlarken
diğer taraftan yetkilerini de sınırlandırmaktadır. Hükümdarın yetkilerini
Kurultay (Toy), Hükümet Meclisi (Bakanlar Kurulu) ve Töre (Hukuk Müesseseleri)
çerçevelemektedir.
Eski Türk
devletinde Kağanın meşruiyetini tamamlayan hükümdarlık sembolleri ise
şunlardır: Otağ (hakan çadırı), örgin (taht), tuğ (kurt başlı sancak), davul,
kotuz (sorguç) ve yay.
2. Kağanın Siyasi Otoritesinin
Meşruiyeti
Eski Türk hâkimiyet telakkisi hükümdarda Tanrı bağışı bazı vasıfların
varlığını kabul eden bir anlayıştı. Buna göre Türk hükümdarına idare etme hakkı
Tanrı tarafından bir ilahi lütuf olarak bağışlanmıştır. Bir başka söyleyişle
hükümdar, Tanrı irade ettiği, kendisine kut (hâkimiyet kudreti), ülüg (nasib ve
kısmet) ve yarlıg (Tanrı’nın izni ve kader) verdiği için hükümdardır ve siyasi
iktidar otorite hakkına sahiptir. Yani onun, devleti idare etme hak ve
yetkisinin kaynağı kendisine kut veren Tanrıdır, dolayısı ile hâkimiyetin
menşei ilahidir. Hükümranlık hakkının Tanrı bağışı bir nitelik taşıması
nedeniyle Türk otorite telakkisinin kaynağı bakımından karizmatik bir karakter
içerdiği söylenebilir. Fakat bu karizmatik olma hali daha çok bir aile
karizması ve kurumsal karizma şeklinde gelişmiştir.
Şöyle ki;
esasen karizmatik hâkimiyete bağlı topluluklar daha çok dini keyfiyete sahip
cemiyetlerdir. Yani Tanrı’nın bazı fertlere diğer fertlerde olmayan,
kabiliyetler vermesi ve onu toplumdan mesul tutması bir nevi peygamberler
anlayışını aksettirmektedir. Türklerde ise sosyal düzen dini değil, siyasidir.
Peygamberler ve veliler tarafından idare edilen herhangi bir Türk topluluğu
görülmemektedir. Ayrıca Türk hükümdarı insan-üstü bir varlık da
sayılmamaktadır. Hem kendisi hem halk onun normal bir insan olduğunun
farkındadır. Hâkimiyet bu şekilde ilahi kaynaklı olarak kabul edilmesine
rağmen, öteki cemiyetlerden farklı biçimde, hakanlara herhangi bir surette
ulûhiyet atfedilmemiştir. Diğer bazı cemiyetlerde, kralın kendisi de ilahi
menşeli olarak görüldüğünden kral hata yapmaz, kral masumdur fikrini
beraberinde getirmiştir. Türk anlayışında ise ilahi olan görevlendirme
hadisesidir. Hükümdarın görevi ile ilgili sorumluluğu kesindir. Nitekim
görevini yerine getirebildiği sürece tahtta kalması mümkündür. Zira aksi halde
halk hükümdarının kutunun Tanrı tarafından geri alındığını düşünür, ona saygı
ve itaati bırakıp aynı aileden (kut sahibi) bir diğerinin etrafında toplanır. Bu
noktada karşımıza aile karizması anlayışı çıkmaktadır.
Aile
karizması, karizmanın liderin soyundan gelenlere geçmesidir. Hakikaten
Türklerde hükümranlık bir aileye bahşedilmişti (A-sih-na ailesi/Hakanlılar).
Yani Türk anlayışına göre Kağanlık ile kağan ailesi ilahi menşeden ve mukaddes
sayılmaktadır. Kut Hakanlılar soyuna bahşedilmiştir. Tanrı otorite gücünü
hanedan üyelerine vermiştir ve onların arasında kimi seçerse, onu hanlık
tahtına çıkarmaktadır. Bu sebeple, Türk tarihinin akışı içinde zaman zaman gördüğümüz
taht mücadelelerinin temelinde de bu meşruiyet fikri yatar. Köymen’in ortaya koyduğu gibi, hanedanın
her üyesi sonucuna katlanmak şartı ile taht mücadelesine girişmekte, kazanırsa
tahta çıkmakta, kaybederse mukadderata rıza göstermektedir. İşte bütün bu
hareketlerin meşruiyeti de otoritenin kaynağı ile ilgili olan karizmatik
esaslardan gelmektedir. Yine bunun gibi iktidarın ele geçirilmesinde veliahtlık
müessesesinin şeklen bulunmasına rağmen, bağlayıcı hukuki bir niteliği olmaması
da hep bundan dolayıdır. Ayrıca bu mücadeleler sırasında halkın şu veya bu
şekilde mücadelelere iştirak etmemesi ve sonucu bekleyerek, tahta çıkan
hükümdara itaat etmesi, toplumda tam sosyo-politik anlamı ile bir karizmatik
meşruiyet anlayışının varlığına işaret eder.
Esasen
Türklerde kut anlayışı sonsuz bir hâkimiyete imkân tanımamaktadır. Devlet
hükümdarın malı değildi; ancak belli ölçülerde kullanmak kaydıyla hâkimiyet hakkı
hükümdara aitti. Filhakika hâkim olmakla, malik olmak farklıdır. İlahi misyon,
devlet idaresine imkan hazırlayan bir otorite kaynağı olmakla birlikte, Türk
hükümdarlarının idare yetkisi töre’ce tespit edilen bazı şartlarla
sınırlandırılmıştır. Türk örf hukuku her şeyden önce hükümdar olacak
şahısta belli bazı özellikler arıyordu. Ayrıca yine, Türk anlayışına göre,
hükümdarın yerine getirmekle yükümlü olduğu vazifeler vardır. Hakan bu
vazifeleri yapabildiği müddetçe tahtta kalabilir, başarılı olmadığı zaman ise
düşerdi. Çünkü Tanrı bağışladığı hükümranlık hakkını ona layık olmayanlardan
geri alabilirdi. II. Göktürk Kağanlığı’nda 716 yılında Kapgan Kağan’ın yerine
geçen oğlu İnal Kağan, iç karışıklıkları giderip, huzuru sağlayamadığı için
kutunun Tanrı tarafından kaldırıldığı inancı ile tahttan uzaklaştırılmıştı (Kağan
Kut’ı taplamadı).
Öyleyse
Türk anlayışında töre, devletin önünde ve onu sınırlayıcıdır. Hâkimiyeti,
doğuşunda sınırlandıran ve meşruiyetine ölçü olan ve töre anlayışı, hukuka
bağlılık şuurunun ruhudur. Kut (il) gider töre kalır, sözü de bu anlayışın ne
ölçüde yerleşmiş olduğunu göstermektedir. Türkler İslamiyet’le buluştuklarında,
birçok ortak kavram ve anlayışla karşılaştılar. Ancak konumuz bakımından işaret
edilmesi gereken husus; hukukun devletin önünde oluşu anlayışındaki
uygunluktur.
Demek ki,
Türk hükümranlık telakkisi, bütün bu karizmatik temeli yanında kanuni
meşruiyeti temsil ediyor ve kurumsal karizma olarak gelişiyordu. Yani Türk
hükümdarı başka bazı devletlerdeki gibi kanun yapan fakat kendini kanuna bağlı
saymayan cinsten bir monark değildi. Daha evvel de zikrettiğimiz veçhile
Türkler, siyasi iktidarın kaynağını Tanrı’ya bağlamak suretiyle hakanı Tanrı
huzurunda sorumlu tutmakta ve bugün milli irade diye tarif edilen yüksek
otorite meselesini, üstün siyasi kültürleri sayesinde daha o çağlarda
hallederek, insanları hükümdarın şahsi insaf duygusuna sığınmaktan
kurtarmaktaydılar. Bu tarzda bir hükümranlık düşüncesi hükümdarın icraatlarının
millet tarafından kontrolüne imkân veren imperium şeklinde tecelli etmekte idi.
Türk devletlerinde siyasi otoriteyi kontrol eden bu müessese ise Kengeş
Meclisleri”dir.
Bununla
birlikte Kafesoğlu’nun daha önce belirttiği gibi Türk hükümdarları insanüstü
bir varlık sayılmamışlardır. Esasen Türk telakkisi kut’a nail olmuş birinin
ancak buna uygun hareket ettiği müddetçe hükümdar olarak kalabileceği
merkezindedir. Diğer taraftan anlaşıldığına göre, Türk hâkimiyet telakkisi
siyasi iktidarın kaynağını Tanrı’ya bağlamakla, yani hükümdarı Tanrı
huzurunda sorumlu tutmakla, bugün milli irade denilen yüksek otorite
meselesini, üstün kültürleri sayesinde halletmiş ve insanları hükümdarın şahsi
insaf duygusuna sığınmaktan kurtarmıştır. Öyle olunca da Türk hükümdarı elbette
hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan, müstebit biri değil, öncelikle Tanrı’ya ve
sonra da töre yoluyla idaresi altındakilere karşı sorumlulukları olan ve bu
sorumlulukları yerine getirebildiği müddetçe hükümdar kalabileceğini bilen biri
oluyordu. Bir başka söyleyişle Türk hükümdarının hem kendisi hem de idare
edilenler, onun insanüstü bir varlık değil, normal bir insan olduğunun ve idare
salahiyetinin bazı şartlarla tahdit edilmiş bulunduğunun farkındadırlar. Türk hâkimiyet anlayışı mevzuunda
Türklerin töreye verdikleri önem ve teşkilatçılık kabiliyetlerinin milli bir
seciye şeklinde hayatlarında yer etmesi, Türk hâkimiyet fikrinin devamlılık ve
benzerlik çizgisinde süregelmesini sağladığı söylenebilir. Bu anlamda Türk
hâkimiyet fikrini – incelerken- göçebe, yarı göçebe, yerleşik, bozkırlı,
şehirli şeklinde kategorilere tabi tutmanın, Türk tarihi araştırmalarında teknik
kolaylaştırmayı sağlamasının dışında hiçbir gerekliliği yoktur. Çünkü bu
hâkimiyet düşüncesi her yönüyle bütünlük arz etmektedir.
3. İlahi Otorite Menşeinin
Kağan Seçimindeki Yansımaları
Otoritenin menşeinin ilahi bir kaynağa dayanması Kağanın seçimi mevzunda
Türk veraset sistemi, tahta çıkma törenleri ve hanedan üyelerinin kanını dökme
yasağı konularının da ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Tanrı lütfu olan bu
hâkimiyet hakkı, hükümdarı karizmatik bir şahsiyet yapmaktadır. Türk soyundan
gelmesi gereken hükümdar kut, yarlık ve ülüg sahibi, bilge, erdemli, ünlü ve
güçlüdür.
Tahtın varisi genellikle hükümdarın oğludur ve hakanın kurultayda seçim
ile göreve gelmesi köklü bir devlet geleneğidir. Bununla beraber bodunun
genelinin bu seçimi benimsemesi gerekirdi. Benimseme ise seçilen Kağana tabi
olmakla gerçekleşirdi. Oturmak fiili ile anlatılan tahta çıkışlar töreye göre
olurdu.
Buna göre
Türk veraset sisteminde hükümdar çıkarma hakkını elinde tutan bir ailenin hangi
üyesinin tahta oturacağını saptamak için çeşitli yöntemler vardır. Bu hakkın
yalnız erkeklere ait olduğunu kabul edersek, şu yöntemlerle karşılaşırız: 1.
Hükümdarın en büyük oğlunun onun yerine geçmesi (Primogenitur yöntemi); 2.
Ailenin en yaşlı erkek üyesinin tahta çıkması (Seniorat yöntemi); 3.
Hükümdarın, yerine geçecek olan saltanat üyesini daha önceden saptaması
(Veliaht gösterme); 4. Devlet ileri gelenlerinin, aile içinden birini devletin
başına getirmeleri (Seçim usulü).
Türk
devletlerinde zaman zaman, sayılan bu yöntemlerin hepsinin örnekleri görülmekle
beraber, Türklerde veraset meselesini belli bir yöntemle sınırlamak mümkün
olmamaktadır. Bu hususun kaynağını Türk hâkimiyet anlayışında aramak gerekir.
Filhakika Türklerde veraset, kendi içinde özellikler taşıyan özgün bir konudur.
Şöyle ki; Eski Türk devletlerinde, hükümdarın ilahi menşeli olduğu düşüncesine
dayanan hâkimiyet telakkisine göre, Tanrı tarafından verilen siyasi iktidar
(otorite) ve idare kabiliyeti, kan vasıtasıyla evlatlara da intikal ettiğinden,
bütün hanedan mensupları hükümdar olmak hak ve salahiyetine sahipti. Saltanat
makamından inhilal vuku bulduğu zaman, oğullar bu salahiyet ve hakka dayanarak,
tahtı ele geçirme mücadelesine girişirler ve Türk çevrelerinde, muvaffak olanın
daha yüksek ilahi kudretle (kut) donatılmış bulunduğu kabul edilir, böylece o,
hükümdar tanınırdı.
Bu kadim
taht veraset hukuku yakın dönemler istisna edilirse, hiç bir zaman belli bir
kurala bağlanmamıştır. Bunun tabii sonucu olarak da, hanedan üyeleri arasında
taht kavgaları daima kaçınılmaz ve adeta meşru bir vaka olarak sık sık
tekrarlanmıştır.
Lakin şu unutulmamalıdır: İdare yetkisini kazanan hükümdar, kut’un
(ilahi menşeli hâkimiyet gücü) ve törenin hakkını vermez, milletine olan
sorumluluklarını yerine getiremezse saltanatı sona ermektedir.
Çin
tarihleri, Göktürkler hakkında daha ilk bilgileri vermeye başlarlarken, Türk
Kağanlarının tahta çıkma törenlerinden söz açarlar. Konuyla ilgili Arsal’ın
naklettiği Çince metin şöyledir:
Yeni bir
hükümdar seçileceği zaman, devletin ileri gelenleri onu keçeden yapılmış bir
taht üzerine oturtarak, güneşin gezindiği yönde dokuz defa dolaştırırlar, her
defasında ona tabi olan herkes saygı ile eğilir ve onu selamlarlardı. Selamlama
töreni bittikten sonra Han’ı koltuklayarak ata bindirirler, Han at üstünde
iken, ipekli bir kumaşla boğazı sıkılırdı. Fakat boğulma derecesine gelip
bayıldığı esnada bu bağı gevşetip, yarı baygın Han’a şöyle sorarlardı: Kaç sene
bizim Hanımız olacaksın? Baygın olan kağan konuşamaz ancak mırıldanırdı. Bu
mırıldanmalardan mana çıkartarak, kaç sene kağanlık yapacağını anlarlardı.
Türklerde tahta çıkma törenlerinin bir nevi göğe çıkma gibi kutsal bir
anlamı vardı. Şamanizm’de de göğe çıkma törenleri, önemli bir yer tutardı. Bu
geniş bölgelerde yaşayan halkların inançlarına göre Şamanlar, göğe çıkarlar ve
göğün dokuz katını dolaştıktan sonra, tekrar yere inerlerdi. Şamanın göğe
çıkmağa başlamasından önce bir tören yapılır ve Şaman çıkılacak beyaz bir keçe
üzerine konarak havaya kaldırılırdı. Şamanın 9 çırağının tuttuğu keçe, 9 defa döndürülür
ve bu suretle Şaman, sembolik olarak göğün 9 katını da gezmiş olurdu.
Çünkü
Şamanlar bir kuş gibi döne döne ve bir helezon yaparak göğün katlarını
aşarlardı. Eski Türk kağanları da gökte
olmuş, gökte tahta oturmuş ve nihayet kağanlık talihi ve buyruğunu da gökten
almış kimselerdi. Öyle anlaşılıyor ki kağanları keçe üzerine koyup döndürme,
meselenin bir nevi din tarafını teşkil ediyordu. Kağanlar bu törenle, göğe
çıkmış ve gökte Tanrı tarafından tahtlarına oturtulmuş oluyorlardı.
Kan Dökme Yasağı meselesinde ise Türk devlet anlayışına göre otorite
gücünün mukaddes, ilahi bir görünüm arz etmesi, bunu kullanan şahıs ve ailesine
de ilahi bir görev yüklemiştir denebilir. Şüphesiz bu durum hanedan kavramı ve
aile karizması ile yakından ilişkilidir. Bu sebeple, devlet hayatında uzun
yıllar boyunca yaşayarak, gelenekleşen bazı hukuki nitelikli olaylar, esasında
siyasi otoritenin kaynağı hakkındaki duyuş ve düşüncelerin derin tesirini
taşırlar. Türk devlet hayatındaki hanedan üyelerinin idamlarında kanlarının
akıtılmaması geleneği buna en iyi misali teşkil etmektedir.
Rasonyi’nin
ifadesine göre, adeta bir Tanrı vergisi olarak görünen Türk siyasi otorite
gücü, hükümdar ailesine de geçer ve sülalenin kanuni meşruiyet inancı kökleşir.
Herhangi bir hükümdar, karizmaya dayanan nüfuzunu yitirse bile, bu ailenin
diğer üyeleri üzerinde tesirli olmaz. O hükümdar ailenin bir başka ferdi ile
karizmatik yönetim devam eder. Yukarıda da gördüğümüz gibi, bu
durumlarda kamuoyu, bir hükümdarın nüfuzunu yitirip, tahttan indirilmesini kut
taplamadı şeklinde karşılamakta, hanedan fikri tesirini devam ettirmektedir.
Köprülü,
hanedan üyelerinin idamlarında kan dökme yasağı âdeti ile ilgili bir etüt
yayınlamıştır. Ona göre, Türklerde sair pek çok
kavimlerde olduğu gibi, hâkimiyetin ve hükümdarın kutsi bir menşeden geldiği
telakkisi çok eski zamanlardan beri var olmuştur. Hunlarda, Göktürklerde, Uygurlarda
ve Moğollarda mevcut bulunan bu eski ve umumi telakki, onlarda esasen yaşana
gelen kan tabusu itikadıyla da birleşerek, hükümdar hanedanına mensup olanların
sacre-mukaddes bir mahiyet taşıdığı anlayışını ve netice olarak da onların
idamında kanlarının dökülmemesi âdetini meydana getirmiştir. Türklerin
İslamiyet’i kabul etmeleri ve İslam kültürünün kuvvetli bir tesiri altında
kalmaları sonrası bile, bu geleneği muhafaza etmeleri de gayet tabiidir.
Köprülü
ayrıca, Türk ve Moğol devletlerinde hanedan üyelerinden birinin idamında kan
dökmemek geleneğini, yalnız kan tabusuna değil, ondan daha fazla Türklerin
otorite hakkındaki çok eski dini-hukuki anlayışlarına bağlamaktadır. Bu durum
hanedana ve dolayısı ile onun bütün üyelerine de bir ilahi misyon yahut
kutsilik yüklemiştir. Türk hanedanlarında, bir üyenin öldürülmesi sırasında, bu
gelenekten dolayı -kanın akıtılması tabu olduğu için-infazlar, yay (keman) kirişi
ile boğularak gerçekleştiriliyordu. Tahta çıkma törenleri bahsinde açıklanan
boğma motifinin de bu hususla ilgili bulunmalıdır.
İslam
medeniyeti dairesine girmiş olmakla beraber, eski devirden kalma bazı âdetleri
muhafaza eden Selçuklular zamanında, hükümdar ailesine mensup şehzade veya
prenslerin öldürülmelerinde kan dökülmediğini gösteren birçok tarihi kayıt
vardır. Hatta aynı âdeti, Selçuklu İmparatorluğunun varisi olan diğer Türk
devletlerinde de görmek mümkündür. Osmanlı Devleti zamanında da,
şehzadelerin katlinde uygulama daima boğmak suretiyle olmuştur. Görülüyor
ki bu ve benzeri karakteristik gelenek ve hukuki semboller, Türk Kağan tipinin
otoritesinin ilahi menşeini temsil eden bariz misalleri oluşturmaktadır.
Sonuç
Sonuç itibariyle Türk devlet ve hâkimiyet düşüncesi meşru temelleri olan
yüksek bir yönetim telâkkisinden kaynaklanmıştır. Bunun bir icabı olarak Türk
idare anlayışındaki siyasi otorite tipini temsil eden Kağan da yetkisinin
kaynağı bakımından ilâhi bir menşe sahiptir. Ancak ilâhi olan onun şahsı değil
yönetmek hususundaki görevlendirme hadisesidir. Yani onun hâkimiyet hakkı Tanrı
tarafından verilmiştir. Böyle olunca da Türk otorite telâkkisinin kaynağı
bakımından karizmatik bir karakter taşıdığı söylenebilir. Öyle ki bu anlayış
İslâmî dönemde de bütün canlılığı ile devam ettirilmiştir. Fakat bu karizmatik
olma hali daha çok bir aile karizmasıdır. Hakikaten Türklerde hükümranlık bir
aileye, Aşina ailesine bahşedilmiştir. İlahi misyon, devlet idaresine olanak
sağlayan büyük bir otorite kaynağı olmakla birlikte, Türk Kağanının idare
yetkisi Türk töresince tespit edilmiş bulunan bazı şartlarla
sınırlandırılmıştır.
Bu anlamda Türk hükümranlık telâkkisi bütün bu karizmatik temelinin
yanında kanuni meşruiyeti temsil ediyor ve kurumsal bir karizma biçiminde
gelişiyordu.
Aynı şekilde Türkler hükümdarda aranan alplik, cesaret, bilgelik,
erdemlilik ve şöhret sahibi bulunmak gibi ifadesini Göktürk Kitabeleri’nde de
barındıran kadim inanışı, nazariyatta olduğu gibi pratikte de devlet
başkanından beklenen başlıca hususiyetlerden saymışlardır. Hükümdarlık
alametleri konusunda ise kut anlayışından kaynaklanan unvanların yanı sıra
öteki hâkimiyet sembolleri arasında ordu (başkent), orun (taht), otağ, tuğ,
bayrak, kövrüg (davul – nevbet) zikredilebilir.
Kağanın
liderlik anlamında yüklenmiş olduğu sorumluluk ve dağınık boyları bir araya
getirerek tek devlet çatısı altında toplaması ile idari-askeri teşkilat
oluşturmakta üstlenmiş olduğu görev bilinci de çok önemlidir. Bu liderlik
tipolojisi bağlamında konumuz bakımından Kağan, sorumluluk sahibi, hedefleri
olan, ilkeli, kim olduğunu bilen, kendisine ve milletine güvenen, sadece önde
giden değil yönetimi altındakilere gideceği yolu da gösteren, sırası geldiğinde
kahraman bir asker, cesur bir komutan olabilen halkı için fedakârlıktan kaçınmayan,
sözünün eri, güvenilir ve dürüst olan, hitap etmeyi bilen ancak iyi bir
dinleyici de olan, emrindekilere güvenen onlarla başarıyı paylaşmayı bilen bir
kişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Kağanın vazifeleri ise halkı doyurmak,
giydirmek, müreffeh kılmak, dirlik ve düzen içinde yaşatmak şeklinde
sıralanabilir. Böylece idare edenle edilenlerin birbirlerine karşı hak ve
görevleri ile sorumlulukları, karşılıklı hak-hukuk anlayışı içinde formüle
edilmiş ve hükümdara dirlik ve düzenliğin bilhassa kanun hâkimiyetinin
sağlanmasında büyük vazifeler yüklenmiş, bu hususların yerine getirilmesi
halkın hükümdar üzerindeki haklarından sayılmıştır. Böylelikle Kağan tipi
özelinde ancak modern idarelerde rastlanabilen ileri bir kanun hâkimiyeti
anlayışı ve adeta devletin halk için olduğu prensibi vasıtasıyla, bugün sosyal
devlet adını verdiğimiz yüksek bir kültür örneği gösterilmiştir.
Yrd. Doç. Dr. Selim Karakaş
Giresun Üniversitesi – Giresun
Kaynak: HISTORY -STUDIES
INTERNATIONAL JOURNAL OF HISTORY
Volume 6 Issue 4, p. 57-70, July 2014
Yorumlar
Yorum Gönder